Benim hafızamda kalan, yardımcı doçentlik unvanı, YÖK ile birlikte ortaya çıkan ve taşra üniversitelerinin öğretim üyesi problemini çözmek için ihdas edilmiş bir kadro. Yardımcı doçent olmak için doktora yapmış olmak yeterli. Doktora yapanlara “filozofi doktoru” (PhD) yani bilim doktoru deniyor. Bilim doktorunun yardımcı doçent olması için ne gerekiyor. İşin aslı hiçbir şey gerekmiyor. Üniversitenin kadro açması, yani ihtiyaç belirtmesi yeterli. Yardımcı doçent olunca özlük haklarında bazı faklılıklar olsa bile doçent ve profesör ile eşdeğer bir statü kazanılıyor.
Rektör adaylarının seçimle belirlendiği yıllarda yardımcı doçentlik önemli bir faktördü. Çoğu taşra üniversitesinde bu kadrodaki elemanlar oldukça yüksek sayıda olmaları nedeniyle seçimlerin sonucunu belirleyici olduklarından, rektörlerin kendisine oy verecek kişilerden oluşan yardımcı doçentler atama gayretkeşliği de dikkatlerden kaçmazdı. Böylece dünün uzmanı bugünün rektör belirleyen öğretim üyesi olurdu. Bu ülkede “yardımcı doçentler atandığı dönem sonunda yapılan seçimlerde oy kullanmaz” gibi basit bir tedbiri bile akıl edemediğimiz için, sonunda çareyi seçimi toptan kaldırmada bulduk.
1990’lı yılların başında İstanbul üniversitesi yardımcı doçentlik kadrolarını kullanmama girişiminde bulunmuştu. Basitçe, köklü bir üniversitenin yeterince doçent ve profesörü varken yardımcı doçentlik gibi bir kadroya ihtiyacı olmadığı düşüncesi vardı. Tabii ki başarılı olunamadı. Yardımcı doçentlik demek, bir miktar ilave gelir demek. Kimsede bu geliri cebinden vermediğine göre böylesi bir talep ve cevap hep olacaktır.
Hazır bu unvanlara girmişken üniversite dışından doçentlik ve profesörlüğe de bir çift lafımız olsun. Doçentlik bilimsel çalışmalardan oluşan bir dosyanın beş kişilik bir jüri tarafından değerlendirilmesi sonucu verildiğinden, kadro şartı aranmaksızın yani üniversite dışından doçentlik mümkündür. Bu doçentlerin hemen tamamı sağlık hizmeti verilen kurumlardan çıkar. Profesör olabilmek için gerekli olan beş yıllık süre doldurulunca, bu defa taşra üniversitelerine atamalar başladı. Bunların Ankara ya da İstanbul’daki düzenini bozmadan, haftada bir yada iki gün taşra üniversitelerine uçakla gidip gelenlerine uçan profesör denildi. Bazıları daha kolayını buldu, atama sonrası derhal halihazırda bulunduğu ile görevlendirme çıkararak üniversiteye hiç gitmediler. Zamanla bu bile yeterli gelmedi, meseleyi toptan halletmek için bir sağlık üniversitesi kuruldu ve profesörlük bekleyen doçentlilerin hemen tamamı oldukları yerde profesör yapıldı. Peki bilim ve hizmet manasında bir şey değişti mi. Neden değişsin ki? Üniversiteleri yükseltemeyince sağlık bakanlığına bağlı eğitim hastanelerini yükselttik böylece kurumları eşitlemiş olduk.
Ne demek istediğimi açabilmek için bir tespitimi paylaşmak istiyorum. Bu ülkede eğitim de en az sağlık kadar önemli, sağlık kadar yaygın hizmet ağına sahip ve sağlık kadar talebi bulunan bir alandır. Neden acaba bunca eğitim kurumunda birileri doçent olmak için uğraşmıyor. Yukarıda belirttiğim gibi doçent olmak için kadroya ihtiyaç yok. Kişinin bilimsel çalışmaları ve bir dosya ile üniversiteler arası kurula müracaatı yeterli. Eğitimde olmaz, çünkü olması için bir neden yok. Tıpta öyle mi ya. Kişi doçent yada profesör olursa hasta talebi ve bu talebe bağlı ücret talebi artar. Demem o ki doçent yada profesörlük ülke yararına bilimsel faaliyette bulunmaktan ziyade, kişinin kendi yararına bireysel bir çabadır. Nitekim profesör olduktan sonra alınacak başkaca bir unvan kalmadığı için çalışmalar da bıçak gibi kesilir.
Yukarıda ki satırlar bilim adamı olmadığının farkında olan bir akademisyen tarafında yazılmıştır.
Bu haber 3434 defa okunmuştur.