Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD), 24 Nisan 2015 tarihinde bir basın açıklaması yapıyor, özetle diyor ki; “Aradan 100 yıl geçti. 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da yaşayan pek çok Ermeni aydın ve gazeteci, evlerinden apar topar alınması ile başlayan felaketler sonucunda artık bu ülkenin sokaklarında Aram amcalar, Hagop ağabeyler, Arpenik teyzeler, Manukşalar dolaşmıyor. Biz, bugün, bu ülkenin ruh sağlığı uzmanları, ülke içinde yerinde edilmişlerin, yanıbaşımızdaki gaddar, vahşi savaştan, zulümden kaçan Suriye’li, Kobane’li, Ezidi insanların acılarını, haykırışlarını, ruhlarının yaralarını dinliyoruz çokça zamandır… Toplumsal barış süreçleri geçmişle hesaplaşılması, güvenliğin, adaletin ve eşitliğin temin edilmesi ile yol alabilir ancak. Bu topraklarda 100 yıl önce olanların karanlığı ile hesaplaşılmadan bu ülkenin insanları birbirlerini severek sayarak, birbirlerine güvenerek barış içinde yaşayamayacaktır. Ülke olarak yitirdiklerimizi saygıyla anıyoruz.”
Bilen bilir, Tabipler Odası, Türkiye’de ve hatta dünyada olan biten hemen her olay ile ilgilidir. Tabipler Odası’nın bir meslek örgütünden ziyade bir siyasi teşekkül gibi hareket etmesinden duyduğum rahatsızlığı köşe yazılarımda dile getirmiştim. Ama, artık eskisi gibi düşünmüyorum. Fikrimin değişmesinde en büyük etken İstanbul’un işgaline karşı çıkan meslektaşlarımın, bu işgale karşı çıkmak için kendi aralarında örgütlenmiş olmalarıdır. Sultan İkinci Mahmut’un tıp fakültesini kurduğu günü bayram olarak kutlama bahanesi ile toplandıkları o günü şimdi biz “14 Mart Tıp Bayramı” olarak kutluyoruz. Bu bayramın böylesi bir geçmişi ve sadece Türkiye’ye özgü olması gibi bir özelliği vardır.
Fikir değiştirmemin ikinci nedeni; insan hayatı ile doğrudan ilgilenen, insanı yaşatmaya çalışan ve sadece hasta iken değil, sağlamken de sağlığını korumaya çalışan biz hekimlerin örgütünün, insan sağlığını tehdit eden her türlü olayda bir sözü olması doğal. Bu manada Suriye’deki iç savaş nedeniyle ortaya çıkan bedeni ve ruhi travmaları bir taraftan tedavi ederken, bir taraftan da savaşın taraflarına “yapmayın” demek bir görev olarak görülüyorsa buna neden itiraz olsun ki.
Yukarıdaki cümlede kullandığım “taraflar” kelimesine dikkatinizi çekmek isterim. Benim görüşüme göre bundan yüz yıl onca Ermeniler ve biz, bir savaşın tarafları idik. Savaşı bizden ayrılıp kendi devletlerini kurmak isteyen Ermeniler başlattı, biz de topraklarımızı korumak istedik. Bütün savaşlar kirlidir, heriki tarafta büyük acılar yaşadı. Neticede biz galip geldik ve zaferimizi yaşadığımız acıların üzerine merhem yaptık. Ermeniler kaybetti ve kanayan yaraları açık kaldı. Kazanan biz olunca konunun istismarcısı ve vah vah diyeni de çok. Eğer biz kaybetseydik ne gören, ne de vah vah diyenimiz olurdu. Yaramızı içimize gömmek zorunda kalırdık. Tıpkı Kırım’da, Ahıska’da, Balkanlar’da ve Hocalı’da olduğu gibi.
Demem o ki TPD’nin bildirisinde bir samimiyet sorunu var. 1915 İstanbul, günümüzün Suriye, Kobane ve Ezidileri söyleminin içine Hocalı’yı da katabilirlerdi. Azeri Vekil Paşayeva toplantı toplantı dolaşıyor, katliamı anlatıyor. Demek ki TPD’nin kulağına gitmemiş. Oldu mu ya şimdi, hani biz Türkiye de ve dünyada her insani olay ile ilgili idik. Bildiride modern zamanların katliamı Hocalı’da geçseydi olayın “iki tarafı” olduğuna dikkat çekilmiş olurdu.
İlk tıp bayramının kutlandığı, 19 Mart 1919 dan bu yana hekimler ulusalcılıktan uzaklaştılar. İşi, insanı yaşatmak olan bir meslek grubu için bunu anlamaya çalışabilirim, ama evrenselliğe uzak düşmelerini anlayamıyorum.