Geçen hafta bazı görüşmeler yapmak için İstanbul’a gittim. Metrobüs, marmaray, metro ve tramway sayesinde o kadar verimli bir gün yaşadım ki anlatamam. En son eve dönerken binmek zorunda kaldığım dolmuş yolculuğu da olmasa 20 yıl önce bıraktığım İstanbul nerede diye soracaktım.
Marmaray Kazlıçeşme Durağı ile Kuyumcukent arasında beni taşıyan aracın şoförü bir Makedonya göçmeni idi. Göçmen ama senden benden daha fazla Türk milliyetçisi. 1950’li yıllarda Yugoslavya’dan zorunlu göçe tabi tutulan ailelerden birinin çocuğu imiş. Akrabalarının % 80’i Makedonya’da olduğundan sıklıkla gelir gidermiş. Konya’dan Makedonya’ya göç eden Türklerden olduğunu söylüyor. Yüzünün köşeli olmasından yola çıkılarak türlü spekülasyonlar yapılabilir ama konumuz bu değil. Türkiye’nin üzerine titriyor. Kolay değil, yaşadığı göçün travması ona ya Türkiye olmasaydı diye düşündürtüyor. Sahi Türkiye olmasaydı ya da bundan sonra Türkiye’nin başına bir hal gelirse ne olur?..
İstanbul’un sokaklarında ve toplu taşıma araçlarında Arapça konuşan insanlara rastlıyorum. Genel de ortama adapte olmuş gergin olmayan yüzleri var. Tabii ki dilencilerde var, ancak bunlar zor duruma düşmekten ziyade, Arap coğrafyasında hep var olan dilencilerin, Türkiye’ye gelenleri olmalı. Arapların imkanı kısıtlı olanları konteynır kentlere yerleşirken, imkanı olanlar şehirlerin, özelikle de İstanbul’un yolunu tutmuş olmalı. Tabii beraberlerinde yüklü bir kayıt dışı para transferi de yapılmış olmalı.
Eşimin ailesi Kafkas göçmeni. Amasya’ya 93 harbinden sonra gelmiş olmalılar. Bu savaş sadece Müslüman Türkler’in değil, Katolik Gürcü’lerin de göçüne neden olmuştur. Bulgaristan göçmenleri daha dün gibi. Son yıllarda da Kürtler, Yezidiler ve Araplar sığınıyor Anadolu’ya. Ve bu millet bu sığınmacılar için, birkaç adli vaka dışında en ufak bir serzenişte bulunmuyor. Bu ne büyük alicenaplıktır.
Acaba bu yaklaşımda imparatorluk bakiyesi olmanın etkisi var mıdır? Düşünsenize, aileleri Konya’dan Makedonya’ya taşımışın. Ya da yerli ahali senin adaletine ve kudretine güvenip Müslüman olmuş. Gün gelmiş çekilmek zorunda kalmışın. Ne yapalım, kusura kalmayın, istemedik ama böyle oldu diyebilir misin. Denmediğini yaşayarak görüyoruz. Kısacası, imparatorluk mirasçısı olarak imparatorluk bakiyesinin sorumluluğunu taşıyoruz.
Ne anlatmak istediğimi bir örnekle somutlaştırayım. İkinci Dünya Savaşı sonrası anavatanlarından sürülen Türklerden bir grubunu da Ahıska Türkleri oluşturur. Bu Türkler, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a dağıtılır. Aradan 45 yıl geçmesine rağmen yerleştirildikleri yerde kabul edilmediklerini Sovyetlerin dağılmasından sonra yerli halkın bunlara saldırmasından anlıyoruz. Tarihe “Fergana Olayları” olarak geçen bu vakada saldıranlar Özbek, yani Türk. Düşünebiliyor musunuz? Türk, Türk’ü kabul etmiyor. Anavatanları olan Gürcistan zaten kabul etmiyor. Ama Anadolu insanı Makedon, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Gürcü, Kürt, Yezidi, Arap hepsini kabul ediyor. Bu millete büyüksün denilmez de, ne denilir?
Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet olmaz ise demokrasi, insan hakları, yeşil, ekonomi, dil, din, millet diye sorunlarımızda olmaz. Yüz yıl içinde ya kimliğimizi kaybederek hakim güce benzeşmeye çalışan bir güruh oluruz ya da küçük gettolarımızda ömrümüzün sonunu bekler hale geliriz. Önce bu devletin ve milletin kıymetini bilmek lazım.
Cumhurbaşkanımız da ta başından beri bu millete güveniyor ve ne kadar sığınmacı var ise alırız diyor. Bu millet de onun yüzünü kara çıkarmıyor.