Kabul edelim ki, top yekün bir iyiliğin peşine düşüldü. Dünyanın dört bir tarafında Türk bayrağı dalgalandırılıyor olmasından gurur duyuldu. Bizim de bu çorbada bir tuzumuz olabilir mi diye düşünüldü. Yine kabul edelim ki, hemen hepimizin dünyasında bir cemaat gündemi oluştu. Kimisi karşısında yer aldı, kimisi seyirci oldu, kimisi de bizzat içinde yer aldı.
Önceleri cemaat-hizmet hareketi olarak görünen bu yapılanmanın zamanla paralel yapılanmış bir menfaat çetesi olduğu görüldü, derken 15 Temmuz ihaneti ile birlikte Türk tarihinin görmediği bir hıyanet ile karşı karşıya kalındı. Bu hareketin, bir hizmet hareketi olmayıp bir hıyanet hareketi olduğunu gösteren emareler 15 temmuz öncesinde de birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Demem o ki, en son 15 Temmuz ihaneti bir turnusol kağıdı gibi gerçekleri tüm çıplaklığı ile ortaya koydu, ama pek çok insan için gönül bağları çoktan kopmuştu.
Gerek yaşadıklarım ve gözlemlerim, gerekse ülkenin yazılan ve yazılmayan gündemi ile birlikte değerlendirdiğimde, 2011 yılından itibaren belirmeye başlayan şüphelerimi kafamda netleştiren olay, 19 Ocak 2014 tarihinde Suriye’ye giden MİT tırlarının Hatay ilimizde savcılık talebi ve jandarma polis operasyonu ile durdurulmasıdır. Bu tırların içinde ne olduğu ve kime gittiği ile ilgili ortaya çıkacak hiçbir sonuç benim bu konudaki fikrim değiştirmez. Mit dediğin devletin kendisi. Kimin haddine devletin bir kurumunu dünyaya ifşa etmek. Devletini ihbar eden bir anlayışı kabul etmek asla mümkün değil. Hele ihbar ettiğin dünya ve bu dünyaya liderlik eden ülkelerin Ortadoğu’da döktükleri ve dökülmesine neden oldukları kan ve gözyaşı göz önünde bulundurulursa. Neticede tırların durdurulması ve ifşa edilmeye çalışılması benim gözümde bir hıyanettir ve bu hareket benim bu yapılanmaya bakışımdaki olumsuzluğu netleştirmiştir.
Bu konuya girişimin nedeni, olayın güncellenmesi. Enis Berberoğlu’nu yargılayan mahkemenin vardığı sonuca göre, Berberoğlu bu olayla ilgili bilgi ve belgeleri gazeteci Can Dündar’a vermekten, yani devlet aleyhine casusluk yapmaktan mahkum edilmiştir. Bu mahkumiyeti kınayan Kılıçdaroğlu, adalet için Ankara’dan İstanbul’a yürüyor. Benim bu olayın nedenleri ve sonuçları ile ilgili kaygılarımı ve tavrımı değiştirmek için en küçük bir nedenim yok. Yazık diyorum. Ülkenin anamuhalefet liderinin adalet için yürümesi ne kadar güzel ve anlamlı ise, yürümek için seçtiği konu o kadar tartışmalı, ülkenin güvenliğini tehdit eden, algı bozukluğu yaratacak, Türkiye’yi uluslararası camiada mahkum ettirecek bir sürecin yollarına taş döşeyen bir gayret.
Ne demek istediğimi şöyle anlatayım; Assange, Wikileaks adlı internet sitesinin editörü ve yöneticisidir. Bu site Amerikan gizli belgelerini yayınlamakla bilinmektedir. Assange beş yıldır ingiltere’deki Ekvator büyükelçiliğinde sığınmacı olarak yaşamaktadır. Amerika kendisini yapmış olduğu yayınlar nedeniyle yargılamak istemekte ve iadesini istemektedir.
Özetle; maalesef, dünya demokrasi ve insan hakları normları çerçevesinde yönetilen bir durumda değildir. Her ülke kendi ulusal çıkarlarını esas almaktadır. Biz, bizi yönetenlerin kararlarını ve eylemlerini ulusal çıkarlarımıza uygun olup olmadıkları açısından takip eder ve eleştirebiliriz, ancak örtülü faaliyetlerin değer ölçütü yasalar değildir, hele şeffaflık hiç değildir.
Bu yazı vesilesi ile Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünü konu edinen yazıları okumaya çalıştım. Ortada somut bir talep yok, yazarların tespitlerinin ve beklentilerinin, yorumlardan ve temennilerden ibaret olduğunu gördüm. Bana asıl ilginç gelen bu yürüyüşün gerekçesini oluşturan Berberoğlu’nun mahkumiyeti ile ilgili olarak, gerek yargılanma süreci, gerekse suçun ve delillerin niteliği bakımından gündemin ve tartışmaların cılızlığı. Demem o ki, bu konuda sezdiğim mahcubiyet, ulusal çıkarlarda buluşmak bakımından beni umutlandırır.
Bu haber 2791 defa okunmuştur.