Kullana kullana içini boşalttığımız kavramlardan biri de hoşgörü. Gerçi son günlerde hoşgörüden bahseden yok, ama biz bahsedildiği zamanlar bir anlamı var mıydı ona bakalım. Hoşgörü bir amaç mı; bir araç mı; bir eylem mi; kim kimi hoş görebilir?
Hoşgörü bir hedef/amaç ise; bu amaca yönelik bir çaba içinde olmamız gerekir. Bu durumda hoşgörüden ne anladığımızın açık bir tanımı yapılmalı ve davranışlarımız bu tanıma uygun olmalıdır. Hoşgörü bir araç ise, amacın ne olduğu gibi bir soru ortaya çıkar. Amaç iletişime açık ve diyalog içinde bir toplum yaratmak olabilir. Hoşgörü; niyet gizleyen bir halkla ilişkiler yöntemi de olabilir?
Bir kişinin veya sosyal grubun hoşgörülü olduğunu veya olmadığının ölçüsünü kendileri değil, muhatap olunan kişiler verecektir. Yani “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” düsturunca hoşgörülü olunup olunmadığını eylemler belirleyecektir. Diğer taraftan toplum içinde varlığı devam ettirebilmek için asgarisinden bir hoşgörü sahibi olmak şarttır. Yani, sürekli hoşgörüsüzlük/horgörü toplumsal yaşantı ile bağdaşmaz. Konumuz asgarinden değil, bir düstur olarak hoşgörüdür.
Müsamaha anlamına gelen bir hoşgörü tanımı; eşitler arası ilişkide anlamlı. Ama dünyamız eşitler arası ilişkilerden oluşmuyor. Ya yönetilensiniz, ya da yöneten; ya baskın bir sosyal grupsunuz, ya da silik. Bu durumda iletişim ve temas halinde olan kişi veya grupların bir tarafı güçlü, bir tarafı zayıf oluyor. Örneğin bir çalışan, patronunu veya amirini olumsuz bir davranışından dolayı hoş görebilir mi? Belki doğrudan kendine karşı yapılan eyleme karşı bir katlanma, mazur görme olabilir, ancak bu davranış diğer çalışanlara da aynen uygulanıyorsa, hoşgörü teşvik edici olmaz mı? Hoşgörmese ne olur, amir bunu anlar mı, umursar mı? Amirin çalışanı hoşgörmesi/müsamahası/affetmesi daha akla yakın. Hani, “büyüklük bende kalsın” kabilinden. Demek istediğim şu ki hoşgörü eyleminde asimetrik bir ilişki var.
Hoşgörülü olmayan üst makam cezalandırıcıdır; hoşgörülü olmayan çalışan ise öfkeli, bazen de isyankardır. Zayıf olanın hoşgörüsü/katlanması sürdürülebilir değildir, ancak isyan zayıfın aleyhine işleyen bir süreçtir. Bu durumda zayıf olanın bir taraftan katlanırken, diğer taraftan güçlü olmanın yollarını araması ve bunun için uğraşması söz konusudur. Bunun tersi erdemdir ki, etrafınızda kaç tane erdemli kişi var? bir düşünün bakalım. Kısacası; dünya, kişilerin ve sosyal grupların güç biriktirme eylemlerinin sahnesidir. İnsanlar hoş görmek için güç biriktirebilirler, ancak gücü elde edince hoş göreceklerinin garantisi yoktur.
Hoşgörünün, müsamaha, affetme, katlanma, tolerans gibi anlamlarının başına “sürekli” sıfatını koyarsak hoşgörü anlamını yitirir. Hoşgörünün süreklilikle birlikte anılabilecek tanımı “varlığı/muhatabı olduğu gibi kabul etmek” olmalıdır herhalde, yani Hz Mevlana yaklaşımı. Bu tanımın tersi; varlığı/muhatabı, değiştirmeye/dönüştürmeye çalışmaktır. Olduğu gibi kabul etmenin karşılığı; “idare etmek, değişmeye zorlamamak” ise bu tanımı yeterli görmek mümkün değildir. Varlığı/muhatabı oyun dışı tutuyorsanız, varlığı kabul etmediğiniz ve muhatap almadığınız anlamına gelir. Bunun güncel tanımı ötekileştirmedir. Ötekiler, oyuna dahil olmak gibi bir amaç gütmedikleri ve rahatsız edici olmadıkları sürece hoşgörülürler. Aksi takdirde damgalanırlar ve öteki oldukları kendilerine hissettirilir.
Hoşgörü ihtiyacımız olan bir şey değildir; bir yaşam biçimidir. İhtiyaçlar bir gün gelir biter veya değişir; yaşam biçimi değişirse varlık değişir, başka bir varlık olur. Varlık bunu fark etmeyebilir, ama muhatap fark eder.