İzmir Buca Lisesi pansiyonundan üç arkadaş ODTÜ’nün değişik bölümlerini kazanarak Ankara’daki hayatımıza başladık. Başladık ama ben kendi adıma Ankara’ya bir türlü alışamadım. Ondört kişilik koğuşlardan, haftada iki banyodan, tek tip yemekten kurtulmuş; altı kişilik odalarda yirmidörtsaat sıcak suya ve istediğim zaman istediğim sporu yapabileceğim bir üniversiteye gelmiştim, ama bir şeylerin eksik olduğunu hep hissettim. Tekrar sınava girip Cerrahpaşa Tıp Fakültesine kayıt yaptırıp, Aksaray’dan Yenikapı’ya uzanınca fark ettim, eksik olanın deniz olduğunu. İnsan sahip olduklarının kıymetini içindeyken anlamıyor. Bir gün Ankara’da bıraktığım arkadaşım Mesut Bağcı ziyaretime geldi. Onu Beyoğlu’na götürdüm. Ben yola ve karşıya bakarken onun yukarılara baktığını fark ettim. Neye baktığını sordum. Binalara dedi. Mimarisine, üzerindeki heykellere, pencerelere, sütunlara vesaire. Hiç dikkatimi çekmediğini fark ettim. Demekki uzun yıllar İstanbul’da yaşayacak olmanın rehaveti içinde, yarın bakarım diye düşünmüştüm.
İnsan kısa süreli, günü birlik gittiğimekanlara daha bir dikkatli bakıyor. Zamanı vekendi yaşadığı şehirle farkı okumaya çalışıyor. Bazı mekanlar vardır her ziyaretinde başka bir yerdir. Örneğin Efes antik kenti benim için öyledir. Yüz yıldır kazılan bu şehirde her seferinde başka bir hatırat bulurum. Şimdi bu kentlere laodikea eklendi. Denizli Büyükşehir Belediyesinin desteği ile yıl boyu kesintisiz kazılan ve restore edilen bir kent burası. Aynı yıl içinde gitsem bile bir değişiklik bir gelişm görürüm.
Benim için İstanbul da böylesi bir şehirdir. Geçen hafta içinde doçentlik sınavı için günübirlik gittiğim İstanbul’da bir güne neler sığdırdım. Önce Cerahpaşa’nın sokaklarında dolaştım. Katlamalı şekilde artan araç ve insan trafiği burasını bir kampus olmaktan çıkarmış bildiğiniz alalade bir semte çevirmiş. Yenikapı’dan Osmanbey’e varmak artık metro ile çok kolaylaşmış. Ancak yerin altında geçen zamanı kayıp hanesine yazmalı gibi geldi bana.
Teknolojinin sağladığı imkanlar sayesinde görüşme imkanı bulduğum CTF87 mezunları hareket rotamı belirliyor. Önce Nuri Tenekeci’nin ofisinde ziyaret ettim. Sonra Pangaltı üzerinden Dolapdere’ye, otuz yıldır sohbet etmediğim Nejat Ulu’nun kaldığı otele doğru yürüdüm. Eminim bu şehirde yaşayanlar bu sokaklara benim gözüm ile bakmıyorlar. Vali Konağı caddesindeki bir galeride eski İstanbul’u anlatan resimlerinden oluşan sergiyi benim gezdiğim sırada ikinci bir meraklıya rastlamadım. Bir dükkanın önünde sohbet eden iki ihtiyara yolu sordum;biri hafif müstehzi bir ifade ile çok yürürsün dedi, yüzümdeki memnuniyeti farketmişmidir acaba. Bilmez, anlamaz ki ben özel bir iş yapıyorum. İstanbul sokaklarında yürüyor, simitçiden yol tarifini alıyor, yürüdüğüm sokağı bir daha görme ihtimalinin sıfıra yakın olduğunu bilerek bakınıyorum. Neye me bakınıyorum. Örneğin kentsel dönüşümün yıktığı bir bina, içini dışına sermiş. Şu pembe boyalı duvar yatak odasına, sarı çocuklara, mavide misafirlere ait olmalı diye geçiriyorum içimden. Bir zamanlar her odanın başka bir renge boyandığını kaçımız hatırlıyor.
Derken otuz yıldır sohbet etmediğim sınıf arkadaşıma ulaşıyorum. Kazakistan’da bir yatırım peşindeler. O beni yine otuz yıldır görmediğim Levent Dülgeroğlu’nagötürüyor. Mezuniyetten bu tarafa hiç ayrılmamış gibi sohbete dalıyoruz. Güzel, işbirliği ve samimiyet üzerine kuruldu bir sohbet. Onların otuz yıllık iş ve hayat tecrübelerimi kendiminkilere ilave ediyorum. Hazıra konuyorum allayacağınız. Mutlaka onlarında aldığı olmuştur.
Hasılı, İstanbul’a ve CTF87’ye daha fazla vakit ayırmalıyım.