Onüç yıllık İstanbul yaşantısından sonra 1994 yılında göç ettiğim Denizli’den, İstanbul’a seyahatimiz hiç eksik olmadı. O günden bu güne, karayollarındaki mesafeleri ve zamanı kısaltan; konforu artıran gelişmeleri yıl be yıl yaşadım. Ama ta başından beri Sapanca otoyolu hep konforlu idi. Bu nedenle Sapanca’yı hep hızlı geçmişimdir. Buralarda aklımda kalan tek güzellik geniş yatağında kıvrım kıvrım akan bulanık Sakarya olmuştur. Kıyısı boyunca uzunca bir seyir izlediğimiz Sapanca gölünün güzelliğini farkedebilmem için Richmond otelinde bir gece konaklamam gerekiyormuş.
Cerrahpaşa 87 mezunları olarak zaman zaman yaptığımız konaklamalı buluşmaların birisindeyiz. Bu tür organizasyonlara mutlaka katılın derim. Dostlarla buluşmanın heyecanı, neşesi, sohbeti bi tarafa, davet sahiplerinin mutluluğu garanti diyim ben size. Organizasyonu yapan arkadaşlarımız Nurgün Doğru’nun tatlı telaşı, Baha Yavuz’un samimiyeti ve Eşref Özer’in hiç tükenmeyen tebessümü bizleri de fazlasıyla mutlu etti. Sapanca gölünün denizi andıran sahilinde toplandık. Gölde deniz bisikleti ile gezinti yapılabiliyor. Dalış sporu da yapılıyormuş. Tekne turları ise askeri tatbikat sahası olması nedeniyle yasakmış.
Toplandıktan sonra Kartepe eteğinde bir Çerkez lokantasına gittik. Baha’nın tanımı ile köfteye ceviz koyunca Çerkez köftesi; pilava ceviz koyunca Çerkez pilavı oluyor ve işte öyle uzayıp gidiyormuş. Bu muhabbete dalıp gitmemizin nedeni, Sapanca’nın ilk sakinlerinin 93 Rus harbi sonrası göç eden Çerkezler olması. Bu toplantılarda biz biraz da çocuklaşıyoruz. Dubalar üstünde yüzen eski Galata köprüsünde yürürken bile başı dönen ben, Salih Pekmezci’nin ısrarlarına dayanamayıp salıncak bindim. Kartepe yolu boyunca bir çok gastronomi mekanı gördük. Toplantıdan sonra gittiğim İstanbul’dan dönüşte Maşukiye’ye uğrayıp, serin ve tertemiz akan suyun başında serpme köy kahvaltımızı yaptık. Balın tadı ve aroması, yörede kestane ağacı var diyor, peynir çeşitleri bir başka güzel.
Su kaynaklarının bu mevsimde şelale oluşturacak kadar canlı olmaları şaşırtıcı. Kartepe 1600 metre yükseklikle Marmara bölgesinin Uludağ’dan sonra ikinci yüksek dağı. Bu yüksekliğe rağmen yorucu olmayan bir karayolu var. Tepede üç adet telesiyej destekli kayak pisti var. Tepe Sapanca gölü ve İzmit körfezi manzaralı. Nemden mi yoksa sanayiden mi bilemem, hava körfeze doğru puslanıyor. Bana en ilginç gelen gözlemim ise yol boyunca toprağı göstermeyen bitki örtüsü oldu. Karadeniz uzanmış gelmiş Sapanca’ya. Burası bana Batum’da gezdiğim arboretumu hatırlattı. Coğrafi olarak tıpkısının aynısı desem olur yani.
Türkiye’nin her yeşil bölgesinde olduğu gibi,Sapanca’da da Arap turistlere rastlıyoruz. Villalar satın alıyorlarmış. Tabii villalar para edince, yeşilin aleyhine bir sürecin başladığı söyleniyor. Bu gelişmeyi Sapanca’da fark edemedim, ama gölün Sakarya tarafında net bir şekilde görmek mümkün.
Sabah kahvaltıdan sonra gölün kenarında toplandık. Arkadaşlarımızdan Ali Özyurt, kendi hayat hikayesine eklemlediği fikirlerini anlatan, bir kitap yazmış. Dokunabildiğim birinin kitap sahibi olması beni her zaman etkilemiştir. Aklıma nobel edebiyat ödülünü alan Orhan Pamuk geldi. İsviçre’de dilimizi anlamayan seçkin bir topluluğun önünde kitabından Türkçe bir pasaj okumuştu. Bu sahne,emeğe saygının bir ritüeli olarak aklımda yer etti. Orhan Pamuk’un siyasal görüşlerine bırakın katılmayı, tam karşısından konumlanan biriyim ben. Burada beni heyecanlandıran, ortaya konulan emek. Yazmak lazım, yazanı takdir etmek lazım,marifete iltifat etmek lazım. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere “Söz Uçar Yazı Kalır”. Ali de bu hislerimin karşılığı olarak yanında getirdiği tek kitabı bana hediye etti. Kitabından bir pasajı bizim için okumasını rica ettim. Nazlanarak kabul etti.
Sözün özeti sınıf toplantılarını önemseyin derim ben. Onlardan edineceğiniz turistik gezinin, ansiklopedik bilginin ve günlük yaşantının ötesindedir.
Bu haber 1560 defa okunmuştur.