Yazılarımı entelektüel derinliğine güvendiğim Cerrahpaşa 87 mezunları whatsapp grubumuzda paylaşırım. Eleştiriler ve katkılarını dikkate alırım. Geçen haftaki “Takviyeli Hayat” başlıklı yazıma Başta dr Ayça Gürdal Kuey olmak üzere pek çok psikiyatri uzmanı arkadaşımdan, iddiamı genel olarak olumlayan ancak psikiyatristlere haksızlık ettiğim yönünde eleştiriler aldım. Psikiyatrist Osman Haluk Arslan arkadaşımdan eleştiri ile birlikte bir katkı geldi. Şöyle ki; “İlaç gibi gelen adam kayırmaları, makamlar ve buna dair destek sistemleri vb ile kişi hak etmediği konumdadır.”
Ben geçen haftaki yazımda, kendi neslimin hayatı ile bugünkü neslin hayatına mukayeseli bir bakış yapmıştım. Bizim neslin, hayatın olağan akışı içinde karşılaştığı zorluklarla, yaratılışında var olan donanımları ile mücadele ettiğini; ancak şimdiki neslin çok kolay bir şekilde takviyeye başvurduğunu, daha doğrusu veli-hekim koalisyonunun bu yolu tercih etiğini ifade etmiştim. Sonuç olarak depresyon, hiperaktivite ve dikkat eksikliği gibi tanılara dayalı ilaç tedavilerine sıkça başvurulduğundan hareketle, kendini yaşayamayan, kendini ve sorunlarını erteleyen ve öteleyen bir nesil ile birlikte yürüdüğümüzü ve bunun en geç 20 yıl sonra bir sorun olarak karşımıza çıkacağını anlatmaya çalışmıştım.
Benim takviyeli hayat tanımlamama psikiyatrist arkadaşım yukarıda ifade ettiği gibi torpilli hayatları eklemiş oldu. Böylece siyaset, iş ve bürokrasi dünyasında yer alan ve kendimizi emanet etmek durumunda kalacağımız yeni neslin tanımını şöyle yapabiliriz. İlaç takviyesi nedeniyle kendisi olamamış, kendini ve sorunlarını sürekli ötelemiş, büyüklerinin ve yakınlarının yardımı ile liyakatının ötesinde ve hatta dışında iş ve makam sahibi olmuş şahsiyetlerin oluşturduğu bir toplum. Böylesi bir topluma “köpük hayatlar” tanımlaması uyar diye düşünüyorum. Eninde sonunda köpük kısım söner geriye çıplak gerçek kalır. İşte o zaman anlarız gerçeklikten ne kadar kopuk oluğumuzu ama çok geç olur.
Bir başka doktor arkadaşım Orhon Uzel, bu hayatları hormonlu meyvelere benzetiyor. Görüntü renk muhteşem; tat lezzet, koku yok…
Bir de kopuk hayatlar var. Gücün nimetlerinden faydalanabilmek için “miş” gibi yaşayan insanlarımız. Siyaset, ticaret ve din iç içe geçmiş durumda. Kişisel kazanımlar için ne geçerli ise, hangi kağnı tıkırdıyorsa orada yer almak için uğraşılıyor. Fetöcülükten suçlanan işadamı kendini savunuyor; “ben o derneğe ticaretimi geliştirmek için üye oldum”. Hayatında bir kere bile iktidar partisine oy vermemiş memur, iktidara yakın sendikanın üyesi. Neticede, kendisi olmayan, kendinden kopuk bir hayat yaşayan bir dolu insan var aramızda. Bu yönelimler bilinçli bir tercihin sonucu ve kişi istediği durakta, istediği zaman inebileceğini düşünüyor. Ama öyle olmadığını gördük. Bu gidişatın toplumun yırtılmasına yani şizofreniye doğru olduğunu söyleyebiliriz. Hastalıklı bir toplumdan nasıl bir beklentimiz olabilir ki…