Mesleki bir toplantı nedeniyle Diyarbakır’dayım. Toplantı sonrası sosyal program vardı ve ben bu program eşliğinde izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
Diyarbakır’a bu dördüncü gelişim ilki 1988 yılında idi. O zamanlar şehir merkezlerinin güvenli olduğunu, fakat kırsalda geçen yolculuklarımda bir tedirginlik yaşadığımızı hatırlıyorum. Daha sonraki gidişlerimde de durum pek değişmedi. O günden bu güne Kürtçenin yasaklanması saçmalığından vazgeçilmesi, bazı harflerin kullanılmasına olan itirazın kalkması, yerel yönetimlerin Kürt partilerinin eline geçmesi, yerleşim yeri isimlerinin eskiye döndürülebilmesi gibi bir süreç yaşandı. Bu sürecin sonunda kafamda şöyle bir Diyarbakır düşündüm. İşyeri isimleri Kürtçe olacak, resmi tabelaların en azından belediyeye ait olanları çift dilli olacak, sokakta Kürtçe konuşulacak. Doğrusu kafamdan geçen ile gördüğüm arasındaki farka şaşırdım. Bir tane düğün salonu dışında Kürtçe isim görmedim. Çift dilli tabela ise hiç görmedim. Sokakta konuşulan dil ise Türkçe idi.
Diyarbakır bakımsız bir şehir. Belediyecilik hizmetleri zayıf. Bunda kuşkusuz aldığı yoğun iç göçün etkisi var. Bunun bu yazıyı ilgilendiren tarafı burada yaşayanların başta İstanbul olmak üzere batıya göç etme ve oralarda yaşama ihtimalinden vazgeçemeyecekleri, yani bölünmeye razı olmayacaklarıdır.
Akşam sıra gecesi tarzında müzik yapılan bir mekanda ağırlandık. Müzik grubunu sevk ve idare eden müzisyen ikide bir halay çekilmesi için davet etti durdu. Baktım Diyarbakır’lılar nazlanıyor, “Çökertme çal oynucam” dedim. Doğrusu çalamayabilir diye düşündüm, ama hiç tereddüt etmeden çaldılar. O kadar geziyorum, görüyorum, izliyorum hala memleket cahiliyim. Neyse oynadık artık. Meydan Egeliye kalınca, Diyarbakırlılar nazı bıraktılar. Onlardan güzel bir halay izledik. Gece boyunca tüm şarkıların Türkçe söylenmesi şaşırtıcı idi. Tam kalkma vaktinde Kürtçe uzun hava türü bir şarkı söylendi. Hareketlenen grubumuzdan bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için şarkının bitmesini beklenilmesini istedim. Öyle de yaptık.
Ertesi gün, Diyarbakır’dan Mardin’e doğru yola çıktık. Kafiledeki arkadaşların biri hariç tamamı Mardin’i daha önceden gördükleri için doğrudan Dara Antik Kenti’ne gittik. Dara Kenti bir Roma Garnizonu. Oldukça geniş alana yayılmış büyük bir kent. Dara Antik Kenti’nde bizi ortalama 12 yaş civarındaki çocuklar karşıladı. Görülmeye değer her bir alanın başında birkaç çocuk bekliyor. Ziyaretçi gelince başlıyorlar anlatmaya. Aksansız bir Türkçe konuşuyorlar. Bu bilgilerin kaynağı rehberlermiş. Yaptıkları rehberlik hizmetinin karşılığı olarak bahşiş niteliğindeki bir miktar parayı bekliyor ve alıyorlar.
Dara’dan Urfa’ya, Harran ovasını baştanbaşa kat ettik. Bu ovanın yağmurlama sistemi ile yaygın olarak sulanıyor olması dikkat çekici. Bu yörenin insanının geçim kaynağı, sınır aşan kayıt dışı ticaret olduğundan, emek yoğun tarım işinde uğraşıp uğraşmayacakları konusunda bir tereddüt vardı diye biliyorum. Yılda üç ürün kaldıran çiftçilerin varlığını duyunca ümitleniyorum. İnsan bu coğrafyayı değiştiriyor, coğrafya insanı değiştirecek. Entegrasyonun yolu bir bakıma bölüşümden geçiyor. Zenginliklerimizi bölüşebildiğimiz kadar ortak bir yaşamı kabul edebiliyoruz.
Diyarbakır ne kadar bakımsız ise Urfa da o kadar bakımlı idi. Urfa’nın yeni yerleşim alanlarının en az Denizli kadar düzenli ve bakımlı olduğunu belirtmeliyim. Belediye Başkanı Fakıbaba burada mucize yaratmış gibi. Hedefimizde Göbeklitepe olduğu için şehirde fazla oyalanmadık. Göbeklitepe ezberleri bozan buluntulara sahip bir arkeolojik alan. Burası ayrı bir yazı konusu olur.
Ne Diyarbakır’dan ne de Urfa’dan Denizli’ye aktarmalı uçuş yok. Mecburen bir an evvel otobüs mesafesine ulaşabilmek için Urfa Ankara uçağına bindim ve Ankara’dan Denizli’ye otobüs ile geldim. Yolculuk yorucuydu ama değdi doğrusu.