İnsanoğlunun mayasında inanç var, yani bir inanma ve sığınma ihtiyacı ile yaratılmış. İnançlarımız ruhun entropiye uğramasını, yani kaosa gitmesini, yani bozulmasını engelliyor. Burada bozulmaktan kastettiğim hastalıklı hale gelmek değildir. Hastalıklı bir ruh hali bile kendi iç dünyasında bir tutarlılığa sahiptir. Örneğin herkesin kendine düşman olduğunu düşünen hastalıklı bir ruh hali inançları ile kendini korumaya alarak bozulmayı önlemeye çalışır. Hastanın hastalığını kabul etmeyişinin altında da bu yatar. Bu hali ile bakıldığında inançlarımız varlığın sürdürülmesi bakımından önemli bir dayanaktır.
Her insan bir topluluk içinde yaşıyor ve beşeri ilişkileri inançları tarafından şekilleniyor. İnançlarımızın birbirimizden farklı olduğu bir gerçek. Aynı inanca sahip olanların özdeşleştiğini var saysak bile farklı inanca sahip kişilerin oluşturduğu toplulukların ve inanç farklılıklarına dayalı ayrışmaların olduğu net bir gerçek. Kişinin veya grupların farklı inançlara sahip olması teorik olarak kimseyi rahatsız etmemesi gerekir. Ve hatta insanların inançlarına göre hareket etmeleri ve yaşamaları da diğerlerini rahatsız etmemesi gerekir. Ama gel gör ki; farklı inançların bireyler ve toplumlar arasına itici fonksiyon görüyor olması bir başka gerçek. İnsanoğlunun başarabileceği ve başardım diye öğünebileceği en somut gelişme karşılıklı inançlara saygı olacaktır. Teorik düzeyde bakıldığında aslında bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini kabul etme konusunda bir sorun yok. Dünya kadar sivil toplum örgütü, uluslar arası teşekkül bunun için uğraşıyor. Ancak bir arpa boyu yol alabildiğimiz söylenemez.
Başarısızlığın nedeni olarak nepotizmi yani kendinden olanı, yani eş dost kayırmacılığını görüyorum. Herhangi bir topluluk istediği kadar başka toplumların inançlarına saygılı olduğunu söyleyedursun, değil mi ki kendinden olanı koruyup kolluyor, burada bir sorun var. Karşı tarafa saygı, “varlığı” kabul etmekten geçer. Varlık ise, varlığını sürdürebilmek bakımından diğer varlıklara rakiptir. Maddi ve manevi anlamda siz/biz her neye talipsek, varlık ta ona taliptir. Taliplilerden kimin hak ettiğini bu dünyada ölçebilen ve bu hakkı verebilen bir sistem olsa idi, “yarın mizan kurulur, andan hesap sorulur” sözü anlamsız kalırdı. Boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alsa ne olur, almasa ne olur; buradaki mesaj insanlara, özellikle de boynuzuna güvenenleredir.
Bir de yadsınamaz bir şekilde kendi inancının en doğru, tek doğru ve mutlak doğru olduğunu düşünenler var. Bunların bazılarına göre bu doğrudan herkes nasiplenmeli. Bunların kimi tebliğ ile yetinirken, bazıları zor kullanmayı hak görüyor. Zor kullanmaya gücü olmayanların ise fırsat kolladığını düşünebiliriz. Bu ruh yapısındaki insan, gücü olanların bu gücü kullandığını düşünür. Eğer kendisinde bir güç yok ise, bunun sebebi de diğerleridir. İşte bu nedenledir ki ya güç elde etmelidir ya da gücü olanı zayıf düşürmelidir. Bu çıkarımı şiddetin kaynağı olarak görebiliriz.
İnsanın inandığı gibi yaşaması güzel, ancak bu inancın kafasında öteki kavramı var ise sorun burada başlıyor. Bilerek ve isteyerek ötekileştirenler bir tarafa da, ötekileştirmeyi farkında olmadan yapanlar var. O nasıl oluyor derseniz, kim ki nepotizm yapar, yani eş dost kayırmacılığı yapar onun kafasında öteki vardır. Nepotizm ötekileştirmenin aynadaki görüntüsüdür; terstir ama gerçektir.
Bir inancın samimiyeti ve değeri başkalarına verdiği yol kadardır. Buna yaşatmak için yaşamak deniyor galiba. Bu tür inanca ben tuz gözü ile bakarım. Ne demiştik ruh entropiye yani bozulmaya ve kokuşmaya meyillidir. Bireylerin oluşturduğu toplum da kokuşmaya ve bozulmaya meyillidir. Bu durumda toplumun içinde tuz vazifesi görecek insanlara ihtiyaç vardır. Öyle görünmüyor ki benim neslim bunu göremeyecek. Torunlarımın göreceğine dair bir ışık olaydı, bu da bana yeterdi.
Sonuç olarak inançlarımız bireysel olarak ruhumuzun entropiye uğramasını engellerken, nepotizme yaptığı kaynaklık ile toplumun entropisine neden oluyor.
Bu haber 4257 defa okunmuştur.