Biz Atatürk nesliyiz. O eşsiz bir komutan, mükemmel bir devlet adamı, eşi bulunmaz bir devrimcidir. Çanakkale savaşını kazanmıştır. Kurtuluş savaşını kazanmıştır. Cehalete karşı savaşı kazanmıştır. Hatay’ı almıştır. İç isyanları bastırmış, ulusal devleti kurmuştur. Komşu devletlerle iyi ilişkiler kurmuştur. Bunlara itirazı olan var mı. İtirazı olanların en azından ne alakası var diyemeyeceklerini düşünüyorum. Konumuz Çanakkale savaşı olduğundan onunla sınırlı bir değerlendirme yapacağım. Diğerlerini bu değerlendirme ışığında gözden geçirenleriniz olabilir.
Üniversiteyi bitirinceye kadar ve hatta daha da sonrasına kadar, bir başka deyişle ömrümün yarısında Mustafa Kemal’i Çanakkale savaşlarının yegane komutanı bildim. Çünkü o askerlere “ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” demişti. İşte o gün savaşın gidişi değişmişti. Çanakkale geçilememişti. O sadece komutanlık etmemiş savaşın cephesinde yer almıştı. Çünkü onun göğsündeki saat bir şarapnel parçası tarafından parçalanmıştı.
Sonra bir gün Mareşal Liman Von Sanders diye bir Alman Komutan olduğunu öğrendim. Kara harbi için oluşturulan 5. Ordunun komutanı olarak atanmıştı. Mustafa Kemal ise yarbay rütbesi ile bir ihtiyat tümeninin başında. Tabi ki yarbay rütbesi ile savaşan ve başarılı olan başkaca komutanlarımız da vardı.
Düşman yenilmez armada. Hem top üstünlüğü, hem menzil üstünlüğü onlarda. Ama biz yine de savaşı kazanıyoruz. Döşenen kıyı mayınları olağanüstü iş görüyor. Düşman gemilerinden biri, kaldıracı bozulmuş bir topun, Seyit Onbaşı tarafından olağanüstü gayretlerle harekete geçirilmesi ile batırılıyor. Sisli havada çıkarma yapan düşman yolunu kaybediyor ve imha ediliyor. Düşman kuvvetlerindeki askerlerin anıları ile de teyit edilen daha bi dolu olağanüstü hikaye…
Bundan on yıl kadar önce, yukarıdaki hikayeler efsaneleştirilerek Çanakkale’yi gezenlere anlatılmaya başlanıyor. Yenilmez armadaya karşı imanın gücü ve Allahın yardımı anlatılıyor. Çanakkale, imanı önemseyen kesim tarafından gittikçe artan bir ilgi görmeye başlıyor. Hemen her ilden turlar düzenleniyor. Bu ilgi diğerlerinin dikkatini çekiyor. Hemen duruma el koyuyorlar; burada bir takım hurafelerin anlatıldığı basının diline düşüyor. Bunun üzerine yok öyle değil, böyle denilmeye başlanıyor. Meğer Çanakkale ne önemli imiş, yeni yeni keşfediyoruz.
Bu defa öğreniyoruz ki, Mustafa Kemal Sofya’da ateşemiliter iken Çanakkale’de savaşmaya gönüllü oluyor. Bilen bilir Sofya’daki görevi de rahattır yani. Ama o rahatı değil, ülkesi için savaşmayı istiyor. Sorumlusu olduğu Anafartalar’ı ustaca savunuyor. Yarbay olarak başladığı bu savaştaki başarısından dolayı albaylığa terfi ediyor.
Şimdi artık kabul edelim ki, bu ülkede, gerçek bir meydan muharebesi olup olmadığı tartışmalı olan İnönü Meydan Muharebesi ne kadar büyükse, Çanakkale’de işte o kadar büyük görülüyordu. Birileri Çanakkale’ye gereken önemi verince kıymete bindi. Şimdi de “savaşın iman gücü ile kazanıldığı” iddiası ile “savaşın top, tüfek, mayın ve askerle” kazanıldığı şeklinde ikiye bölündük. Ne garip bir milletiz. Zaferden ayrılık çıkarmak gibi bir garabetin başka bir toplumda olduğunu sanmıyorum. Amerikan toplumu Vietnam için ikiye bölünebilir. Ama Domuzlar Körfezi Çıkarması için bölündüklerini sanmıyorum.
Şöyle söylemek çok mu zor; “Bu savaş, şehitliğin Allah indinde kendilerine sağlayacağı mertebeye ve Yaradan’ın kendilerine doğrudan yardım ettiğine iman etmiş askerlerin kullandığı top, mayın, tüfek ve süngü ile kazanıldı.”