Tekirdağ’ı İstanbul, Ankara ve Çanakkale gibi kadim merkezlerin arasında kadük bir yer sanırdım. Öyle değilmiş. Gidince gördüm ki dörtlü bir saç ayağının ayaklarından biri olmayı hak ediyor.
Birincisi Traklar’a yurt olmuş bir coğrafya. Bir Trak kralının yağmalanmamış tümülüsü açılmış ve teknolojinin yardımı ile kralın iskelet kalıntıları üzerinden balmumum heykeli ortaya çıkarılmış. Bu heykel yanındaki değerli eşyaları ile birlikte arkeoloji müzesinde sergileniyor. Denizli’nin de yıllardır sahip olmayı düşündüğü ve planladığı türden bir müze. Tekirdağ arkeoloji müzesi mütevazi ama şehrin merkezinde, yürüme mesafesinde, coğrafyayı tarihini görseller eşliğinde anlatmaya yetecek kadar donanımlı. Denizli’de ne buluntular var bu yazının sınırlarını aşar…
Macar bağımsızlık hareketinin önderi Prens Rakoczi’nin bir süre kaldığı ev bir ziyaret evi olarak planlanmış. Osmanlı, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile mücadelesinde bu prensi bir koz olarak tutmuş. Oradaki bayrak ve flamalardan anladığımız kadarı ile burası Macarların önem verdiği bir ziyaretgah.
Asıl dikkatimi çeken Namık Kemal Evi oldu. Namık Kemal’in Tekirdağ ile illiyeti babasının memuriyeti nedeniyle burada doğmuş ve çocukluğunun sekiz yılının burada geçmiş olması. Tekirdağlılar ona sahip çıkmışlar. Tekirdağ’da kurulan üniversitenin adı da Namık kemal. Donatamadık Denizli’de ne İbrahim Çallı, ne de Özay gönlüm adına bir ev.
Namık Kemal Evi; Namık Kemal’in eserleri, hakkında yazılmış eserler, döneme ait resimler, kap kaçak eşyalar, döneme ait etnoğrafik oda ve bir de Atatürk köşesi derken al sana bir müze.
Tekirdağlılar benim aklımdan geçeni yapmışlar. Kahve değirmeni, ütü gibi basit el aletlerinin yanı sıra kap kaçak gibi eşyalardan oluşan koleksiyonun bağışçıları her bir eşyanın üzerinde belirtilmiş.
Bir zamanlar, Ticaret Odası, Denizli geçmişini arıyor sloganı ile otantik malzemeleri toplamış ve kısa süreli bir sergi yapmıştı. Ne yapmalı, nasıl yapmalı üzerine toplanan komitede görevli idim. Orada vakıf olmuştum insanların kısa süreli sergiler için bile bu tür eşyalarını vermek istemediklerini; kaybolur, el konur tedirginliği yaşadıklarını. Şu da bir gerçek ki bu eşyalar üzerine titizlenen birilerinin olması her zaman mümkün değil. Yeni bir nesil ile birlikte işe yaramaz eşyalar durumuna düşmeleri içten bile değil. Bu eşyalara ancak müzeler sahip çıkabilir. Müzelerin bağışçıların adını yaşatacak bir yaklaşım içinde olması bağışçılığı teşvik bile edebilir. Bu fikrimi o zamanki sergide paylaşmıştım. O günden bu güne, Denizli’de bu manada somut bir eser ortaya çıkarabilmiş değiliz. Önce müze yapmak, sonra eser toplamak gibi bir düşüncemiz var. Halbuki, müzecilik gerek toplama, gerek koruma, gerekse eğitim amaçlı kullanma bakımından bir kültür. Sergilemek bu işin temeli değil, sadece bir parçası diye düşünüyorum.
Kent kültürü oluşturmak bir süreç, ne kadar erken başlanırsa o kadar iyi…