İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin Çakırcalı Mehmet Efe’nin hayatından esinlenerek sahneye koyduğu bir bale gösterisini izlemek için, Hasan Kasapoğlu Kültür Merkez’inde yerimizi aldık. Esinlenmek ne kelime Efe’nin hayatının bire bir aynısını sahneye koymuşlar. Seyirci anlamaz ya da bir şeyler kaçırabilir diye iki de anlatıcı var. Dans mı izliyoruz, biyografi mi dinliyoruz birbirine karıştı kaldı. Anlatmayıp ne yapsınlar. Çakırcalı Mehmet Efe’nin hayatını kaçımız üstünkörü de olsa biliyoruz ki. Ama dikkatinizi çekerim Kuğu Gölü Balesi’ni izlerken ortada bir anlatıcı yoktur. Herhalde benzeşmeye çalıştığımız çağdaş Avrupa’nın sanatını ve altyapısını biliyor olduğumuz farz ediliyor. Hala öğrenemedi isek büyük ayıp olmalı. Ya da öyle güzel sahnelendiği farz ediliyor ki, bilmeyenler oracıkta öğreniyorlar olmalı.
Çakırcalı Mehmet Efe’nin hayatını okumuştum. Aklımda hiçbir şey kalmamış desem yeridir. Anlatıcıları dinleyince hatırladım ününün Avrupa’ya yayıldığını, zenginden alıp fakire verdiğini, birkaç defa af ile düze indiğini. Anlatmasalar dansı izlerken hatırlar mıydım acaba? İşte bunu hiç bir zaman bilemeyeceğim, çünkü o fırsatı vermediler. Üstelik anlatıcılar konuyu sanatsal bir gösteri olmaktan çıkarıp bilgilendirme işine dönüştürünce, hikayenin anlayamadığım kısımları kafamı meşgul ettiğinden, sahnelenen oyunun bütünlüğünü kaybettiğim oldu.
Çakırcalı’nın hayatını bire bir bilmem gerekiyor mu acaba? Aileden birinin öldürülmesi ile intikam için dağa çıkma, zenginden alıp fakire verme, müfrezelerin takibine uğrama, afla düze inme, nihayet bir çarpışma da vurulma. Hangi efenin hayatına baksak üç aşağı beş yukarı aynı değil midir? Yani anlatıcı olmasa idi, anlayamaz mıydık bunları. Asla resim çektirmeme, kızanlarından farklı ve sade bir kıyafeti olması, ölünce tanınmasın diye kafasının kesilmesi gibi ayrıntıları da oyun içinde anlatmak zor olmasa gerek.
Öykü Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanmış. Okuyan bir toplum olsa idik, romanından ayrı sahnelenmesinden ayrı bir tat alacaktık. Yönetmen okumadığımızı bildiği için, iki işi bir arada verme hayali kurmuş.
İlk Türk Operası olan Özsoy’un sahnelendiği yıl olan 1934’den bu tarafa yıllar geçti. Başta Kuğu Gölü Balesi olmak üzere defalarca başka kültürlerin sanatını icra/taklit ettik. Umulur ve beklenirdi ki, kendimize ait bir sentezimiz olsun. Benim de içinde bulunduğum neslin beklentisi kendi değerlerimizi sanata aktarabilmek. Bunun için bizden bir hikaye, bizden bir melodi, bizden bir dans gerekiyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi; hikaye “kitch” bir şekilde sırıtıyor yani sanata yedirilememiş; melodi arada bir kulağımıza çalınan İzmir’in Kavakları ve Çökertme’nin yanı sıra çağdaş, kulağa hoş gelen, oldukça güzel bir beste; danslar ise bir iki zeybek kırıntısı dışında bildiğimiz baleden bozma.
Bu kadar eleştirdiğime bakmayın. Açıkçası beğenerek izledim. Sözüm daha iyi olabileceği üzerine. En azından müsamere gibiydi diyenlere katılmıyorum.
Bu haber 3614 defa okunmuştur.