DİNİN VE AHLAKIN DOĞASI (20 Şubat 2017)


Açıklama: Ahlakın bu toprakların ikiyüz yıllık bir sorunu olduğunu, hala liyakat esaslı davranış sorunumuz olduğunu, bu nedenle ulaşmak istediğimiz muasır medeniyet seviyesi ile aramızdaki farkın kapanmadığını görürüm.
Kategori: HAFTALIK GAZETE YAZILARIM
Eklenme Tarihi: 21.Nisan.2019
Geçerli Tarih: 29.Mart.2024, 00:29
Site: Prof.Dr.Bülent TOPUZ
URL: http://bulenttopuz.com/yazar.asp?yaziID=425


PAÜ İlahiyat Fakültesi öğrencileri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Prof Dr Şaban Ali Düzgün hocayı bir konferans vermek üzere davet etmişler. Konferansın konusu “Dinin ve Ahlakın doğası üzerine”. Ahlak konusunda, kimin ne sözü var ise, dinlemeye hazır olan ben, bu toplantıya da koşarak gittim.

Hocanın kendine olan güveni ve konusuna olan hakimiyeti yerinde. Ancak konuyu işleme tarzı dağınıktı. Hani konuşmanın sonunda eve götürülecekler kısmı vardır ya, işte orası net değildi. Aklımda kala kala “ahlaki olan dinidir, dini olan ahlakidir” sözü kaldı. Bu paradigma zaten yabancımız değil. Ancak bu neden böyledir, doyurucu bir açıklama bulamadım. Din ve ahlak insanın doğasında, fıtratında, yaratılışında var açıklaması yeterli değil. Mesela ben de ahlaksızlık insanın doğasında var desem. Konuşma biraz uzayınca çıkmak durumunda kaldım. Yoksa, mesela çok eşlilik özelinde bu paradigmanın irdelenmesini isteyebilirdim.

Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Felsefe üzerine iki dönem kadar ders almıştım. Bu derslerden eve götürdüğüm en önemli çıkarım şudur. Antik çağdan günümüze tüm filozofların ve peygamberlerin ortak çabası, iyi ve güzel insanı tarif etmek ve yaşamak üzerine olmuş. Onların dilinde ahlakın tanımı ile iyi insan tanımı iç içe geçmiş kavramlardır denilebilir. Buradan yola çıkarak “ahlak insanın doğasında var” çıkarımının ötesinde bir yere varıyorum. İster dini, ister felsefi olsun ahlaki olma kaygısının bir mükafatı vardır, olmalıdır diye düşünüyorum. Yani “mizan” kavramına geliyorum.

Şimdi işin teorik kısmını bir kenara bırakalım da somut olana ya da olması gerekene gelelim istiyorum. Nasıl adalet güçlüden beklenir ve güçlü olan adil olursa anlamlı olur ise, ahlakta öncelikle idarecilerden, zenginlerden, eğitimcilerden, kanaat önderlerinden, dindarlardan beklenir. Kişisel ahlaki zafiyetler, kişinin kendini ve dar çevresini etkilerken, erk sahiplerinin ahlaki zaafları toplumun tamamını etkiler ve hatta uzun vadeli kalıcı travmalar yaratabilir.

Mademki dini olan ahlaki, ahlaki olan da dinidir; toplumun dindarlardan ahlaki erdemlilik beklemek hakkıdır. Fıkrayı tekrar edelim. Bir Müslüman Çin’den saat ithal edecektir. İthal edeceği saatlerin üstüne bilindik bir markanın basılmasını ister. Yani sahtecilik yapılacaktır. Anlaşırlar veya anlaşamazlar orası açık değil. Ancak öğle yemeği vakti gelince bizim Müslüman dinini hatırlar, helal lokanta var mı diye sorar. Bunun üzerine Çinli de soruyor; Müslümanlıkta sahtecilik helal midir? Tabii ki bizim dinimizde sahtecilik helal değil. Büyük bir günahtır ve bu günah kişinin kendini bağlar, mensubu olduğu dinini bağlamaz. Keşke bu kadar basit olsaydı. Müslümanlar kabul etsinler ya da etmesinler, iyi ve kötü niyetleri ve eylemleri mensubu oldukları dine olumlu ya da olumsuz katkıda bulunur. Bir müslümanın bu sorumluluk içinde hareket etmesi gerekir.

Daha önce ahlak üzerine dinlediğim bir toplantıda; bundan iki yüz yıla yakın bir zaman önce yaşamış olan Tavaslı Fevzi efendinin Osmanlının o zamanki buhranı için bulduğu sebebin ahlaki zayıflık oluğunu, bu buhrandan kurtulmak için yöneticilerin ahlaklı olması gerektiğini, yöneticinin ahlaklı olması demek liyakatlı olması demek olduğunu, liyakatlı yöneticilerin ahlaklı iş yapacaklarını ve topluma örnek olacaklarını, toplumu yukarıdan aşağıya şekillendirecek olan düsturun bu olduğunu dinlemiştim. O toplantıdan eve götürdüğüm bu tespit hala kafamda dolaşır. Ahlakın bu toprakların ikiyüz yıllık bir sorunu olduğunu, hala liyakat esaslı davranış sorunumuz olduğunu, bu nedenle ulaşmak istediğimiz muasır medeniyet seviyesi ile aramızdaki farkın kapanmadığını görürüm.